Sartre’ın kişileri hem kendilerini hem de birbirlerini sıkıştırır, tedirgin ederler. Kendi tiksintileri, boşlukları, saplantıları dışında bir şey bilmezler, görmezler. Kurtarıcı bir coşkuya kapılmazlar. Aşk bile bir başarısızlık konusudur onlar için. Başkalarıyla, çevreleriyle kurdukları bağlantılar oldum olası acı, aldatıcıdır:
Başkaları cehennemdir
Kendilerine dönünce duydukları şey ise
susamadan içmek
zorunluluğudur yalnızca.
Sartre’ın eserlerinde insanı kendi benliğinden, kendi özünden ayıran her şeyin üstüne zalim, dayanılmaz bir ışık tutulur. Öyle ki yazarın düşüncesini yöneten dramı tanrılaşmak dileğini, bilincin özgürlüğünü ya da özün gerçekliğini artırma istemini kolaylıkla ele geçiremezsiniz.
Onların göze çarpan yanı tiksintileridir daha çok, varoluşun biyolojik koşullarını benimsemekteki beceriksizlikleridir. Kişinin etinden, şehvet durumundan duydukları ürperti cinsiyetten iğrenmeye kadar varır.
Bulantı’da cinsel simgeler arasından dünyanın bayağılık ve saçmalığı gösterilir.
Gizlilik’te Lulu’nun cinsiyetinden kaçmak, kurtulmak için yaptığı çaba dile getirilir. Aşk bile hep kusmuk ve pislik kokar
Erteleme’deki o olağanüstü sahne, bu konuda Sartre’ın eserlerinin doruklarından biri olarak gösterilebilir. Eğer Mathieu kapatmasının çocuk düşürmesini istiyorsa yalnızca özgür kalmak için istemiyor bunu, cinsiyete karşı duyduğu hınçtan,( hatta bu hayata karşı da bir hınçtır) ötürü de istiyor. “Sevgili düşman, kirli ve besinli yemek dolabı” İşte Marcelle’in karnı için Mathieu’nun düşündükleri!
Eserde görülen eşcinsel kişiler de bu tiksintinin bir başka belirtisidir. Kaldı ki Sartre sevişme duygusuna bile karşı çıkar. Cinselliği, özellikle kadın cinsini hayasızca ortaya koyar. Bedence birleşmenin iğrençliği düşüncesi ve hayatı doğuran